Thursday 7 March 2013


Hay Gidi Hay…
2000’li yıllar Ve Adem Metan İstanbul bağcılarda…
Evet aradan tam tamına 13 yıl geçti kos koca 13 yıl.zamanın bir çok seyi adeta bir degirmen tası gibi üğüttügünu düşünürsek bagcılarda gecen 13 yılda cok degişti hem gozumde hemde gözlerimizde.bu gördügümüz araziler tarlaydı denilen günleri hatırlar gibiyim.Şimdi ise bagcıların her yerınde bir sanat harikası görmek mumkun,görmek isteyene tabi demeden gecemeyecegim.Yaklasık 7 yıldır medya dünyasının içerisinde yer alan biri olarak nerede oturdugumuz soruldugunda bagcılar demekten kaçındıgımız gunler gelıyor bu sanat harıkalarını görünce şimdilerde aklıma.Bu İlk Yazımda aslında bam baksa duygu ve düsünceler ile çıkacaktım karsınıza Fakat daha bu aksam,akşam saatlerinde Bagcılar medipol hastanesinde yasadıgım bir olay yazımın tamamının Cehresını degiştirdi.Şahsım İçin önemli bir arkadasımı bel rahatsızlıgı sebebi ile apar topar hastaneye getirdim Neredeyse Hastaneye buyulenmıstı cunku egıtımlerını yurt dısında tamamlamıs ve bagcılarda boyle bir saglık merkezının olması sasırtmıstı onu.ve hemen aıle bıreylerını arayarak anne suan bagcılarda bır hastanedeyım ve resmen harıka mutlaka tedavı ıcın buraya gelmelısınız dedi.İçimde bagcılara bır kısıyı daha sevdırmenın mutlulugu vardı.Hayat Mı dersınız yoksa kısmet mi sohbete dalmıs gıderken bırde bır ses ,,,evet oydu o ses bagcılar beledıye baskanı Lokman Bey’e aitti.Ve yan koridorda hararetlı bir konusma ve zaman zaman bir bayan sesi ilişdi kulagımıza herkes gıbı bızde ufaktan bır boyun egdık ve dınlemeye basladık.Baskana karsı sert mizacı ile etraftakılerı tedirgin eden bayan baskanım bizim şu şu sıkıntılarımız hala devam edıyor dedi.Lokman Bey Buyuk bir sakınlık ıle dinlıyor ve ne cevap verecegı ortamda ki herkes tarafından merak edılıyordu.Evet bayanın konusması bitmişti ve artık sıra Bagcılar Beledıye Baskanındaydı bayanın sitem kar oldugu noktalara bır bır deyınerek yapılan ıhalelerın tarıhlerını soylerken sadece bayanın sıkayetcı oldugu sorunu degıl o bölgede ki diger yapılan faaliyetlerı de bir bir anlattı kadın buyuk bir dikkat ve saygı ıle dınledı ve cok tesekkur ederım dıyerek baskanın elini sıktı ve bızım sonunu sert bitecek dıye bekledıgımız konusma bir gökkusagı rengınde bitmişt.
Ben olaylara kendı tarafımdan bakarak yanımda ki arkadasıma rezil olmamanın mutlulugunu yasıyordum.şimdi bagcıların neden yukselen bir çıtasının oldugunu daha iyi anlamıstım.konusan ve konusarak anlasan bir bagcılar ailesi vardı.
İnanın medya dunyasında ki arkadaslarıma o kadar gururla bagcılarlıyım dıyorum kı artık ve sonra baslıyorum saymaya Nostalji Bahcelerini anlatırken turkıyede belkı de bir ilk olan kadın ve aıle sanat kultur merkezı gelıyor akla ve hemen bir tepe arkasında bulunan engellıler sarayı…ya son dönemlerde yapılan yürüyüş yolları 5 yıldızlı oteller ve universiteler…Anlayacagınız degerli buyuklerım bagcılarda apartmanlar yukselırken en konforlusundan insana olan deger’de her gecen gun artıyor en samımısınden.Ben Bugun şunu anlıyorum ki bagcıların buyuklerı bu söz tam’da sizlere göre
Gemilerin karadan da gidecegini düsünmek Lokmanlardan birini fatih yapar.Bu Gurur hepimizin Tesekkurler Bagcılar

Wednesday 6 March 2013


Hayatımdan Bir Yıldız Geçti...

Benim çocukluk dönemimin radyoculuğu bugünkünden çok daha farklıydı...
insanlar radyolara mesaj gönderdiklerinde, mesajlarının okunacağı umuduyla saatlerce radyolarının başında beklerler, okunmadığı zaman, mesajın okunması bir sonraki güne aktarıldığında da ciddi ciddi üzülürlerdi.
Kim olsa  üzülmezdi ki?
Radyodan adı anons edilecekti...
Belki sevgilisine annesine babasına, belki arkadaşlarına sevgilisine radyodan isminin anons edildiğini duyuracaktı, sanki bunların hiç birinden haberi  yokmuş gibi...
Sanki adının radyodan  anons edileceğini bilmiyormuş gibi heyecanlanarak...
O zamanlar öyleydi işte. Bir radyo sevdası vardı ki sormayın gitsin.
İşte ben o günlerden kalma biriyim. O günlerden içime  giren radyo cini beni ta bugünlere  kadar taşıdı ve bir dinleyici  olarak radyoya olan hayranlığım, bugün içinde yaşayan birileri  olarak yüz binlerce  insanı tanımak, görmek, konuşmak, sohbet etmek istediği biri olup çıktım.
Bir zamanlar benim idollerim için kurduğum hayallerimi belki de benim için de kuranlar vardır kim bilir!
*
Efendim, konfeksiyon atölyesinde çalıştığım yıllarda, -ki henüz o zamanlar daha çocuk sayılırım- radyoculuk benim  beynimi ve yüreğimi teslim almıştı. Ve ben de bulunduğum konum itibariyle radyoculuğu o kadar çok istememe rağmen Cem Karaca’nın içinde “İşçisin sen işçi kal/Giy dedi tulumları” dediği şarkısında da söylediği  gibi ben bir konfeksiyoncuydum ve konfeksiyoncu  olarak kalmalıydım. O nedenle de radyocu olabileceğime inanmıyordum. Hatta kendi kendime moral vermeye çalıştığım, radyo programcısı olarak hayallerimi  kurduğum zamanlar da ben, bir başkasının bana söylediklerini söylüyordum. “Aptal mısın oğlum Adem, kendine gel!”
Yani anlayacağınız efendim; nasıl ki radyonun düğmesinden her  hangi bir frekansı  yakalayıp da o küçücük  kutudan gelen hiç  görmediğim, tanımadığım ama hoşuma  giden, yüreğimi  okşayan konuşmacıları dinledikçe kendimden geçiyor, radyolarda çalan şarkıları bir bir ezberliyordum.
O nedenle ya zaten bir yanım sen radyocu olursun, deyip ha bire beni o kutunun içine doğru iteleyip görmediğim insanları dinlemeye zorlarken, diğer yanım ise “Boşuna umutlanma” diyerek, Rahmetli Cem Karaca’nın şarkısını hatırlatıyordu.
Ben, daha çok ikinci  yanıma inanıyor ve umutlanmanın beni bir yere götüreceğini  düşünmüyordum.
Öyle değilmiş işte...
İnsan neyi istiyorsa bunun üzerine üzerine gitmeliymiş... Dışarıdan ne şekilde moral bozucu yaklaşımlar gelirse gelsin bunları kulak arkasına atmalı, doğru bildiği ve inandığı yolda yalnız da olsa gitmeliymiş...
Zaman insana bunun böyle olduğunu öğretiyor.
Sonunda ne oldu biliyor musunuz?
Biliyorsunuz  tabi o konfeksiyoncu çocuğun yani benim içimdeki o yeşerttiğim, beslediğim, büyüttüğüm, her tür tehlikelerden koruduğum radyoculuk aşkıma, Rahmetli Cem Karaca’nın da şarkısına inat kavuşmuş, konfeksiyonculuğuma da bir  daha geri dönmemek üzere veda etmiştim.
Artık kimilerini dinlemekten büyük keyif aldığım, kimileri için ben daha iyisini yaparım dediğim insanların ta uzaklardan kulağımızın kepçesinden içeri girip beynimize ve yüreğimize giden uzun yollardan bize  hayatın bütün keyiflerini tattıran o mikrofondan artık benim sesim, benim çaldığım şarkılarım insanların kulaklarından yüreklerine beyinlerine yolculuk yapıyordu.
Oysa yıllarca uzaktan uzaktan sevdiğim, ‘bir gün  radyocu olacağım’ dediğimde dostlarım benim umudumu paramparça eden çakıl taşı sözleriyle yaralanan yüreğim, bütün saldırılara direnmesini bildi ve sonunda o kapalı kutu içindeki benim için büyülü olan ve büyüsü bütün dinleyenleri  etkileyen mikrofona olanca gücüyle, heyecanıyla, beklentisiyle ve her şeyden önce hiçbir zaman bitmeyecek aşkıyla “Merhaba ben Adem Metan!” derken, dinleyenlerim beni o kapalı kutunun içinden göremiyorlardı. Ben de onları göremiyordum elbette. Ancak ben, mikrofonla ilk tanışma merasimi yaptığımda; olimpiyata katılmış bir sporcu gibi “İşte bu” diyerek, kendime ödüllerin en büyüğünü vermiş ve  bundan sonrasında da radyoculuk olimpiyatlarında şampiyon olma yolunda yarışa başlamıştım.
Biliyor musunuz ben bu  yarışa başlarken, içimden başka bir ses “Senin için asıl mücadele bundan sonra başlıyor.” diyordu.  “Gerçek hayata hoş geldin sevgili Adem Metan!..” diye, yüreğime korkuların en anlamsızını en bilinmesini de yavaş yavaş, canımı yakmadan gönderiyordu.  
Evet, mikrofonla ilk tanıştığımda “İşte bu!” demiştim. Demiştim ama şuna o kadar emindim ki -eğer mikrofonun dili olmuş olsaydı benim için eminim ki- “Hayal dünyasında yaşayan bir kobay daha geldi.” diyerek beni  yıllarca hayalini kurduğum yeni  mesleğimden başladığım gün vazgeçirmeye çalışırdı...
İyi ki de konuşamıyordu.
Aslında mikrofonların görevi konuşmak değil, konuşulanı uzaklara taşımak, aktarmak değil miydi? Öyle de yapıyorlardı zaten.  
Mikrofon; benden önce karşısına geçmiş olan ve konuşmalarıyla, çaldığı şarkılarıyla, aldığı telefonlarla kurulmasına aracı olduğu muhabbetlerle kim bilir kimlerin, kendini mest eden ya da mikrofon olduğuna binlerce kere pişman ettiren konuşmalara şahit olmuştu.
İşte o gün, o özlemini çektiğim mikrofonun karşısına geçtiğimde kendimi  büyük bir çığlıkla ana rahminden kurtulmuş ve hiç tanımadığı dünyanın havasını teneffüs eden bebeğin şaşkınlığını yaşamaya başlamıştım...
Bilgisizdim,
Çaresizdim,
Yetersizdim,
Ve en zoru da neyin nasıl  yapılacağını bilmiyordum.
Bildiğim ve yapabileceğime inandığım tek bir şey vardı, o da ben radyoculuk mesleğine  âşıktım. Başka da bir  artı yanım yoktu.
Evet, sonunda bebek dünyaya gelmişti...
Adem Metan da kendisini mikrofonun karşısında bulmuş radyoculuğu keşfetmeye çalışıyordu. Onun için dipsiz bir kuyu idi radyoculuk.
Tıpkı bebeğin dünyaya “Merhaba!” dediği o büyülü ortamı meraklı gözlerle keşfetmeye başladığı gibi, kendisi için büyülü ortam  olarak gördüğü yayın yapılan stüdyosunu keşfetmeye çalışıyordu.
Tıpkı bebeğin korkaklığı gibi korkak, ürkekliği gibi tedirgindi Adem Metan. Yani ben
Oysa bebeğin en büyük güvencesi; kollarında kendine yer bulduğu bedenin bütün sıcaklığını üzerinde hissettiği annesinin gücü ve güveni vardı, benimkisinde ise adına stüdyo denilen daracık ama benim için gizemli olan odanın içinde varolan müzik cd’leri ve bir de  beni  dinleyenlerle buluşturan  mikrofonun -neden olduğunu bir türlü  keşfedemediğim, hâlâ da çözemediğim- tınısını yüreğime üflediği gücüydü.
*
Artık radyocu olamasam da radyocu olmak için her gün o mikrofon ile buluşuyor, kimi zaman mikrofonu çileden çıkaran, “Ah be Adem, bunu böyle söylememeliydin!” dedirten sessiz uyarılarına kulak asmıyor, ben bu işi her şeye rağmen harika yapıyordum.
Öyle düşünüyordum. Belki de öyle olmasını istiyordum. 
Çünkü benim beynime ve yüreğime yerleştirdiğim, oralarda büyüttüğüm, onun gibi  olmak istediğim  bir idolüm  vardı...  Bir gün onun gibi olmak, onun yaptıklarını yapabilmek, dinleyicisiyle onun gibi bütünleşmek, onun yüreği gibi bana, benim yardımıma ihtiyaç duyanlara yüreğimle  yardım etmek istiyordum.
İşte bu idolümün adı da Gezegen Mehmet’di.
Hâlâ da birçok radyocunun idolü olduğunu ben biliyorum.
Ne yapıyordu Gezegen Mehmet?
Her sorumlu ve  duyarlı insanların yaptıklarını yapıyordu. İnsanları önemsiyordu. Kayıpları bulmaya çalışıyor, engellilere, hayata tutunabileceklerini, engelsizlerin yaptıklarını kendilerinin de yapabileceklerini göstermek için uğraşıyordu. En basitinde engelli insanlarımızın hayata tutunmalarını sağlamak ölü deniz üzerinde onlarla birlikte uçurtma uçurtuyordu.
Öteki Türkiye adıyla blog açarak; fakir insanlarla, zengin olup da yardım hedefine gitmesini arzu eden insanları bir arada buluşturarak önemli bir sorunun çözümünde -karınca kararınca- çözümün bir parçası olmayı deniyor ve bunu da başarıyordu.
Ben de  her gün kendisini dinleyip de bütün bu yaptıklarına  şahit olduğumda, yüreğim bedenime sığmıyor, heyecanım, “Hazır ben seni terk etmemişken, sen de Gezegen Mehmet’in yaptıklarını yapabilirsin. O nedenle de sen bu adamı iyi tanı ve onun gibi ol” diyerek ha bire beni kamçılayıp duruyordu. Çünkü o kişi, Türkiye’de radyoculukta  nelerin yapılabileceğin önce  hayal edip, sonra da gerçekleştiren biriydi. Ve ben de onu hiç bıkmadan usanmadan dinleyerek, neredeyse kendimi ondan habersiz onun bir parçası haline getirmiştim.
Artık ben de radyocu olmuştum.
Bir gün, Medya FM’de o sihirli mikrofonla tanışmaya başladıktan bir müddet sonra, olabileceğini tahmin edemeyeceğim bir şey oldu. Hayatımın idolünün bizim kanalın karşısındaki bir televizyon kanalına konuk geldiğini öğrendim. Üniversite sınavları açıklanmış, Gezegen Mehmet’in puanı Maltepe Üniversitesini tutmuştu. İdolüm Gezegen Mehmet bundan böyle Maltepe Üniversitesi’nde yüksek öğrenimine başlayacaktı.
Biliyor musunuz İdolümün benim program  yaptığım radyomun karşısındaki televizyona konuk olarak gelmesini ben bir yazgı  olarak değerlendirdim ve Yaradan bana o gün Gezegen Mehmet’in elini elimle buluşturacaktı.
Evet, ben Medya FM’DE yayın yapıyordum, ama tuvaletleri de temizliyor, kimi zaman kapının önünü kimi zaman da stüdyonun iç ve dış temizliğini de yapıyordum. Anlayacağınız programcıydım, diğer taraftan kanalın ne kadar üçüncü, dördüncü sınıf işleri varsa bir hizmetli gibi onları da  yapıyordum.
Sonra efendim o gün bir dış çekim programını tamamlayıp da Medya FM’E döndüğümde, televizyonun önünde Gezegen Mehmet’in arabasının durduğunu gördüm. İlk işim bizim sokaktaki büfeciye sormak oldu  ve onlar da bana Gezegen Mehmet’in kanala geldiğini söylediler.
Kültürlü Gençlik Derneği’nin bir programına katılmak için Bekir Kaplan’la beraber gelmiş.
Yaptığım ilk iş kılık kıyafetimi düzeltmek, saçlarımı fiyakalı bir şekilde taramak ve büfeden aldığım bir limonla da saçlarıma uzun süre kalıcı bir şekil vermekti.
Anlayacağınız önce idolümle tanışmak sonra da onunla birkaç dakikalığına da olsa çay sohbeti yapmak istiyordum. Bunun için de kendimi Gezegen Mehmet’e kabullendirip, bizim radyoya beş dakikalığına da olsa getirmek istiyordum. İstiyordum çünkü o benim idolümdü ve ben de onunla sohbet etmeyi her şeyden çok istiyordum.
İlk işim, programa katıldığı kanala çıkmak oldu. Kanala gittim ve kanalda çalışan çocukların neredeyse hepsini de tanıyorum. Stüdyoda bekliyorum...
İstiyorum ki bir reklâm  arası verilsin ve ben de o arada Mehmet Abi ile konuşma fırsatı bulayım. Buldum da. Kendimi tanıttım ve tanışma faslının sonrasında da kendisine “Mehmet Abi, ben sizinle bizim kanalımızda bir bardak çay içmek istiyorum. Benimle bir bardak çay içer misiniz abi?” dedim.
Bu arada saat kaç biliyor musunuz?
Bilmiyorsunuz tabi...
Gün ertesi güne çoktan dönmüş de ertesi günden bir saat da yaşamışız. Saat  gecenin biri olmuş.
O anı hiç unutamayacağım. Koskocaman Gezegen Mehmet, benim gözümde büyüttüğüm, ulaşılamaz dediğim bu  adam bana, o kadar içten, sevecen, samimi ve şefkatli bir şekilde yaklaştı ki onun verdiği yanıt karşısında resmen ayaklarım yerden kesilmiş, yüreğimin ramazan davulu gibi  gümbür gümbür atmaya başladığını hissettim.
Söylediği şey de “Tabi kardeşim gelirim.” demesiydi.
Gezegen Mehmet’den kanalımıza gelme sözünü alınca reklâm arasının bitmesiyle o kendi programına geçti ben de büyük bir heyecanla genel müdürümüz Meçhul Ağabey’i arayarak Gezegen Mehmet’in kanalımızı  ziyaret edeceğini söyledim. Bana inanmadı. Yalnız o mu? Radyodaki diğer arkadaşlarım  da Gezegen Mehmet’in benim teklifimi kabul ederek kanala geleceklerine inanmadılar. Ben inanmıştım. Hem de öyle bir inanmıştım ki o bana “Tabi kardeşim, gelirim” der demez de bir koca semaver çay demlemiştim onun için. Onunla sohbeti biraz daha uzatabilmek için.
Kolay mı yıllardır beynimde ve yüreğimde taşıdığım ve hiçbir zaman beni muhatap alıp benimle konuşmayacağını düşündüğüm adamla oturup karşılıklı çaylarımızı yudumlayacak ve sohbet edecektik.
Mehmet Abi’nin çayı da çok sevdiğini biliyorum. Biliyorum çünkü adamın attığı her adımı, giydiği gömleğin markasını, ayakkabı numarasını dahi bile biliyordum.
Özetle Gezegen Mehmet’i gerçek Gezegen Mehmet kadar tanıdığımı söyleyebilirdim.
Ve Gezegen Mehmet geldi. Birlikte radyoya geçtik, yayına katıldık. Sohbet ettik. Daha doğrusu ben sohbet ettiğimi sanıyorum. Onunla konuşurken ne konuştuğumu, ne anlattığımı onun ne söylediklerinin hiç birini de hatırlamıyorum. Hatırladığım ve hiçbir zaman da unutmayacağım bir şey vardı ki o da bana kendi özel cep numarasını verişi ve verirken de “Kardeşim, sana cep telefonumu veriyorum. Başın sıkıştığında mutlaka beni ara. Ama ara. Sıkışmasa da ara sesini duyayım.” dedi. Bana gösterdiği ilgi beni havalara uçurmuştu. Artık idolümün telefonu benim cep telefonumdaki rehberimin arasında ve o bana bir tuş kadar yakındı. Yakındı, ama biliyor musunuz ben kendisini hiç aramadım.
Hani önemli sayılabilecek sorunlarımda; sıkıntılı olduğum anlarda bile...  Aradım, memlekette memleketime özgü meyve geldiğinde o meyvelerden, fındıklardan kendisine götürmek için aradım. Onun dışında aramadım. Çünkü hâlâ onu rahatsız ederim  diye korkuyordum. Çünkü onun nasıl çileler, sıkıntılar çektiğini ve onun Gezegen Mehmet oluşunun gerisinde hangi sıkıntı, zorluk ve yoklukların yattığını bilerek aynı yoldan geçtiğimi biliyordum çünkü.
O marangozluk yapmıştı, ben konfeksiyon ve oto tamirhanelerinde çalışmıştım.
Sonra ne oldu dersiniz?
Sonra dediğim, Mehmet Abi ile  görüşmemizin hemen ertesi günü Mehmet Abi kendi programında...
Gezegen Mehmet programını “Merhaba Sevgili Dostlar!” diyerek açtı. Hem de Ebru Gündeş’in şu an adını hatırlayamadığım çok güzel bir şarkısıyla açtı. Tabi bizim kanalda da herkes -genel müdür, patron, diğer müdürler, personel- herkes bekliyor. Bekliyoruz. Gezegen Mehmet bizi anons edecek.  
Gezegen Mehmet yine büyüklüğünü yaparak Kral FM gibi büyük bir radyoda, tam yirmi dakika bizden bahsetti. Bu bir anlamda da bizim yirmi dakika reklamımızı yaptığı anlamına da geliyordu. Hele de benden övgüyle bahsetmesi yok mu bana dünyaları bağışlamış gibi oldu. Özellikle de en çok hoşuma giden elbette benden övgüyle bahsetmesi, heyecanlı oluşumu, mesleği çok sevdiğimi anlatırken, benim kendisi  için büyük bir  heyecanla ve istekle yaptığım o bir semaver çayın muhteşem tadından söz edişiydi. Bu da benim ayağımın yerden kesilmesine neden olmuştu.
Neden?
Evet, Türkiye’de radyolar var, Türkiye’de radyocular vardı. Parmakla gösterilen radyocular.
Özlenen, aranan, bu  işi hakkıyla yapanlar...
Anlayacağınız idol olmayı hak etmiş radyocular vardı.
Düşünsenize bir kere, bana bir bardak çay içimi ve sadece beş dakikalığına uğrayan Gezegen Mehmet, yani benim yıllarca radyoculuktaki idolüm olan bu kişi, o gece benim stüdyomda tam tamına bir buçuk saat kalmıştı.
Bu benim  için müthiş bir şeydi ve bana verilmiş olan  en büyük hediyeydi...
Bir kere daha kendilerine en içten saygı ve teşekkürlerimi gönderiyorum...







Tuesday 5 March 2013

Bugün İlk Paylasımım ve tanısalım ıstedim Kımmıyım Ben;


Adem Metan, 3 Mayıs 1987 günü, tek çocuklu bir ailenin ikinci ve son oğlu olarak Ordu’da dünyaya geldi.
Dünyaya geldiği yer olan Ordu’nun Korgan ilçesindeki Tepealan Beldesi’nde bulunan Ağecegüney köyünde, mutlu bir çocuk olarak büyüdükten sonra ailesiyle beraber İstanbul’a göç etti. Kendisi, şuan başında olduğunu bildiğini ifade ettiği hayatı hakkında sayfalarca yazabileceğini ama bu hayatın su misali akıp gittiği göz önünde bulundurulduğunda geçmişten değil bugünden bahsetmek gerektiğini düşünüyor. Doğduğu topraklarda yaşayan rahmetli meczup Ordulu Deli Muharrem’in dediği gibi,“Dünya bir gündür, o da bugündür…”
“Şuan”‘ı değerlendirmesi istendiğinde ise “Ben olaya ‘İçindeki coşkuyu kaybetmiş bir insandan daha yaşlı hiç kimse olamaz.’ mantığıyla bakıyorum ve  insanlığa ya da beni dinleyenlere faydalı olmaya çalışıyorum.” diyor.
Babasına göre ise de, “Yaptığı iş mi?”
Ona göre gülmek, hayatın ciddiyetini bozmayan bir tavırdır.
Annesine göre ise, “Çok gülene kız vermezler.”
Tüm bunlara rağmen o, karlı bir havada çıktı yola ve kendi yolumu çiziyor: “Arkama baktığım zamanvarsa dört tane salih insan, ne mutlu bana!”
Bir başka hayatta görüşmek üzere…. Gülümseyin.