Hayatımdan Bir Yıldız Geçti...
Benim
çocukluk dönemimin radyoculuğu bugünkünden çok daha farklıydı...
insanlar
radyolara mesaj gönderdiklerinde, mesajlarının okunacağı umuduyla saatlerce radyolarının
başında beklerler, okunmadığı zaman, mesajın okunması bir sonraki güne aktarıldığında
da ciddi ciddi üzülürlerdi.
Kim
olsa üzülmezdi ki?
Radyodan
adı anons edilecekti...
Belki
sevgilisine annesine babasına, belki arkadaşlarına sevgilisine radyodan isminin
anons edildiğini duyuracaktı, sanki bunların hiç birinden haberi yokmuş gibi...
Sanki
adının radyodan anons edileceğini
bilmiyormuş gibi heyecanlanarak...
O
zamanlar öyleydi işte. Bir radyo sevdası vardı ki sormayın gitsin.
İşte
ben o günlerden kalma biriyim. O günlerden içime giren radyo cini beni ta bugünlere kadar taşıdı ve bir dinleyici olarak radyoya olan hayranlığım, bugün içinde
yaşayan birileri olarak yüz binlerce insanı tanımak, görmek, konuşmak, sohbet
etmek istediği biri olup çıktım.
Bir
zamanlar benim idollerim için kurduğum hayallerimi belki de benim için de
kuranlar vardır kim bilir!
*
Efendim,
konfeksiyon atölyesinde çalıştığım yıllarda, -ki henüz o zamanlar daha çocuk
sayılırım- radyoculuk benim beynimi ve
yüreğimi teslim almıştı. Ve ben de bulunduğum konum itibariyle radyoculuğu o
kadar çok istememe rağmen Cem Karaca’nın içinde “İşçisin sen işçi kal/Giy dedi
tulumları” dediği şarkısında da söylediği
gibi ben bir konfeksiyoncuydum ve konfeksiyoncu olarak kalmalıydım. O nedenle de radyocu
olabileceğime inanmıyordum. Hatta kendi kendime moral vermeye çalıştığım, radyo
programcısı olarak hayallerimi kurduğum
zamanlar da ben, bir başkasının bana söylediklerini söylüyordum. “Aptal mısın
oğlum Adem, kendine gel!”
Yani
anlayacağınız efendim; nasıl ki radyonun düğmesinden her hangi bir frekansı yakalayıp da o küçücük kutudan gelen hiç görmediğim, tanımadığım ama hoşuma giden, yüreğimi okşayan konuşmacıları dinledikçe kendimden
geçiyor, radyolarda çalan şarkıları bir bir ezberliyordum.
O
nedenle ya zaten bir yanım sen radyocu olursun, deyip ha bire beni o kutunun
içine doğru iteleyip görmediğim insanları dinlemeye zorlarken, diğer yanım ise “Boşuna
umutlanma” diyerek, Rahmetli Cem Karaca’nın şarkısını hatırlatıyordu.
Ben,
daha çok ikinci yanıma inanıyor ve
umutlanmanın beni bir yere götüreceğini
düşünmüyordum.
Öyle
değilmiş işte...
İnsan
neyi istiyorsa bunun üzerine üzerine gitmeliymiş... Dışarıdan ne şekilde moral
bozucu yaklaşımlar gelirse gelsin bunları kulak arkasına atmalı, doğru bildiği
ve inandığı yolda yalnız da olsa gitmeliymiş...
Zaman
insana bunun böyle olduğunu öğretiyor.
Sonunda
ne oldu biliyor musunuz?
Biliyorsunuz tabi o konfeksiyoncu çocuğun yani benim içimdeki
o yeşerttiğim, beslediğim, büyüttüğüm, her tür tehlikelerden koruduğum
radyoculuk aşkıma, Rahmetli Cem Karaca’nın da şarkısına inat kavuşmuş, konfeksiyonculuğuma
da bir daha geri dönmemek üzere veda
etmiştim.
Artık
kimilerini dinlemekten büyük keyif aldığım, kimileri için ben daha iyisini
yaparım dediğim insanların ta uzaklardan kulağımızın kepçesinden içeri girip
beynimize ve yüreğimize giden uzun yollardan bize hayatın bütün keyiflerini tattıran o mikrofondan
artık benim sesim, benim çaldığım şarkılarım insanların kulaklarından
yüreklerine beyinlerine yolculuk yapıyordu.
Oysa
yıllarca uzaktan uzaktan sevdiğim, ‘bir gün
radyocu olacağım’ dediğimde dostlarım benim umudumu paramparça eden
çakıl taşı sözleriyle yaralanan yüreğim, bütün saldırılara direnmesini bildi ve
sonunda o kapalı kutu içindeki benim için büyülü olan ve büyüsü bütün
dinleyenleri etkileyen mikrofona olanca
gücüyle, heyecanıyla, beklentisiyle ve her şeyden önce hiçbir zaman bitmeyecek
aşkıyla “Merhaba ben Adem Metan!” derken, dinleyenlerim beni o kapalı kutunun
içinden göremiyorlardı. Ben de onları göremiyordum elbette. Ancak ben, mikrofonla
ilk tanışma merasimi yaptığımda; olimpiyata katılmış bir sporcu gibi “İşte bu”
diyerek, kendime ödüllerin en büyüğünü vermiş ve bundan sonrasında da radyoculuk
olimpiyatlarında şampiyon olma yolunda yarışa başlamıştım.
Biliyor
musunuz ben bu yarışa başlarken, içimden
başka bir ses “Senin için asıl mücadele bundan sonra başlıyor.” diyordu. “Gerçek hayata hoş geldin sevgili Adem
Metan!..” diye, yüreğime korkuların en anlamsızını en bilinmesini de yavaş
yavaş, canımı yakmadan gönderiyordu.
Evet,
mikrofonla ilk tanıştığımda “İşte bu!” demiştim. Demiştim ama şuna o kadar
emindim ki -eğer mikrofonun dili olmuş
olsaydı benim için eminim ki- “Hayal dünyasında yaşayan bir kobay daha
geldi.” diyerek beni yıllarca hayalini
kurduğum yeni mesleğimden başladığım gün
vazgeçirmeye çalışırdı...
İyi
ki de konuşamıyordu.
Aslında
mikrofonların görevi konuşmak değil, konuşulanı uzaklara taşımak, aktarmak
değil miydi? Öyle de yapıyorlardı zaten.
Mikrofon;
benden önce karşısına geçmiş olan ve konuşmalarıyla, çaldığı şarkılarıyla, aldığı
telefonlarla kurulmasına aracı olduğu muhabbetlerle kim bilir kimlerin, kendini
mest eden ya da mikrofon olduğuna binlerce kere pişman ettiren konuşmalara
şahit olmuştu.
İşte
o gün, o özlemini çektiğim mikrofonun karşısına geçtiğimde kendimi büyük bir çığlıkla ana rahminden kurtulmuş ve
hiç tanımadığı dünyanın havasını teneffüs eden bebeğin şaşkınlığını yaşamaya
başlamıştım...
Bilgisizdim,
Çaresizdim,
Yetersizdim,
Ve
en zoru da neyin nasıl yapılacağını
bilmiyordum.
Bildiğim
ve yapabileceğime inandığım tek bir şey vardı, o da ben radyoculuk
mesleğine âşıktım. Başka da bir artı yanım yoktu.
Evet,
sonunda bebek dünyaya gelmişti...
Adem
Metan da kendisini mikrofonun karşısında bulmuş radyoculuğu keşfetmeye
çalışıyordu. Onun için dipsiz bir kuyu idi radyoculuk.
Tıpkı
bebeğin dünyaya “Merhaba!” dediği o büyülü ortamı meraklı gözlerle keşfetmeye
başladığı gibi, kendisi için büyülü ortam
olarak gördüğü yayın yapılan stüdyosunu keşfetmeye çalışıyordu.
Tıpkı
bebeğin korkaklığı gibi korkak, ürkekliği gibi tedirgindi Adem Metan. Yani ben
Oysa
bebeğin en büyük güvencesi; kollarında kendine yer bulduğu bedenin bütün
sıcaklığını üzerinde hissettiği annesinin gücü ve güveni vardı, benimkisinde
ise adına stüdyo denilen daracık ama benim için gizemli olan odanın içinde
varolan müzik cd’leri ve bir de beni dinleyenlerle buluşturan mikrofonun -neden olduğunu bir türlü keşfedemediğim, hâlâ da çözemediğim- tınısını
yüreğime üflediği gücüydü.
*
Artık
radyocu olamasam da radyocu olmak için her gün o mikrofon ile buluşuyor, kimi
zaman mikrofonu çileden çıkaran, “Ah be Adem, bunu böyle söylememeliydin!”
dedirten sessiz uyarılarına kulak asmıyor, ben bu işi her şeye rağmen harika
yapıyordum.
Öyle
düşünüyordum. Belki de öyle olmasını istiyordum.
Çünkü
benim beynime ve yüreğime yerleştirdiğim, oralarda büyüttüğüm, onun gibi olmak istediğim bir idolüm
vardı... Bir gün onun gibi olmak,
onun yaptıklarını yapabilmek, dinleyicisiyle onun gibi bütünleşmek, onun yüreği
gibi bana, benim yardımıma ihtiyaç duyanlara yüreğimle yardım etmek istiyordum.
İşte
bu idolümün adı da Gezegen Mehmet’di.
Hâlâ
da birçok radyocunun idolü olduğunu ben biliyorum.
Ne
yapıyordu Gezegen Mehmet?
Her
sorumlu ve duyarlı insanların
yaptıklarını yapıyordu. İnsanları önemsiyordu. Kayıpları bulmaya çalışıyor,
engellilere, hayata tutunabileceklerini, engelsizlerin yaptıklarını kendilerinin
de yapabileceklerini göstermek için uğraşıyordu. En basitinde engelli
insanlarımızın hayata tutunmalarını sağlamak ölü deniz üzerinde onlarla
birlikte uçurtma uçurtuyordu.
Öteki
Türkiye adıyla blog açarak; fakir insanlarla, zengin olup da yardım hedefine
gitmesini arzu eden insanları bir arada buluşturarak önemli bir sorunun
çözümünde -karınca kararınca- çözümün bir parçası olmayı deniyor ve bunu da
başarıyordu.
Ben
de her gün kendisini dinleyip de bütün
bu yaptıklarına şahit olduğumda, yüreğim
bedenime sığmıyor, heyecanım, “Hazır ben seni terk etmemişken, sen de Gezegen Mehmet’in
yaptıklarını yapabilirsin. O nedenle de sen bu adamı iyi tanı ve onun gibi ol”
diyerek ha bire beni kamçılayıp duruyordu. Çünkü o kişi, Türkiye’de
radyoculukta nelerin yapılabileceğin
önce hayal edip, sonra da gerçekleştiren
biriydi. Ve ben de onu hiç bıkmadan usanmadan dinleyerek, neredeyse kendimi ondan
habersiz onun bir parçası haline getirmiştim.
Artık
ben de radyocu olmuştum.
Bir
gün, Medya FM’de o sihirli mikrofonla tanışmaya başladıktan bir müddet sonra,
olabileceğini tahmin edemeyeceğim bir şey oldu. Hayatımın idolünün bizim
kanalın karşısındaki bir televizyon kanalına konuk geldiğini öğrendim.
Üniversite sınavları açıklanmış, Gezegen Mehmet’in puanı Maltepe Üniversitesini
tutmuştu. İdolüm Gezegen Mehmet bundan böyle Maltepe Üniversitesi’nde yüksek
öğrenimine başlayacaktı.
Biliyor
musunuz İdolümün benim program yaptığım
radyomun karşısındaki televizyona konuk olarak gelmesini ben bir yazgı olarak değerlendirdim ve Yaradan bana o gün
Gezegen Mehmet’in elini elimle buluşturacaktı.
Evet,
ben Medya FM’DE yayın yapıyordum, ama tuvaletleri de temizliyor, kimi zaman
kapının önünü kimi zaman da stüdyonun iç ve dış temizliğini de yapıyordum.
Anlayacağınız programcıydım, diğer taraftan kanalın ne kadar üçüncü, dördüncü
sınıf işleri varsa bir hizmetli gibi onları da
yapıyordum.
Sonra
efendim o gün bir dış çekim programını tamamlayıp da Medya FM’E döndüğümde,
televizyonun önünde Gezegen Mehmet’in arabasının durduğunu gördüm. İlk işim
bizim sokaktaki büfeciye sormak oldu ve
onlar da bana Gezegen Mehmet’in kanala geldiğini söylediler.
Kültürlü
Gençlik Derneği’nin bir programına katılmak için Bekir Kaplan’la beraber gelmiş.
Yaptığım
ilk iş kılık kıyafetimi düzeltmek, saçlarımı fiyakalı bir şekilde taramak ve
büfeden aldığım bir limonla da saçlarıma uzun süre kalıcı bir şekil vermekti.
Anlayacağınız
önce idolümle tanışmak sonra da onunla birkaç dakikalığına da olsa çay sohbeti
yapmak istiyordum. Bunun için de kendimi Gezegen Mehmet’e kabullendirip, bizim
radyoya beş dakikalığına da olsa getirmek istiyordum. İstiyordum çünkü o benim
idolümdü ve ben de onunla sohbet etmeyi her şeyden çok istiyordum.
İlk
işim, programa katıldığı kanala çıkmak oldu. Kanala gittim ve kanalda çalışan
çocukların neredeyse hepsini de tanıyorum. Stüdyoda bekliyorum...
İstiyorum
ki bir reklâm arası verilsin ve ben de o
arada Mehmet Abi ile konuşma fırsatı bulayım. Buldum da. Kendimi tanıttım ve
tanışma faslının sonrasında da kendisine “Mehmet Abi, ben sizinle bizim
kanalımızda bir bardak çay içmek istiyorum. Benimle bir bardak çay içer misiniz
abi?” dedim.
Bu
arada saat kaç biliyor musunuz?
Bilmiyorsunuz
tabi...
Gün
ertesi güne çoktan dönmüş de ertesi günden bir saat da yaşamışız. Saat gecenin biri olmuş.
O
anı hiç unutamayacağım. Koskocaman Gezegen Mehmet, benim gözümde büyüttüğüm,
ulaşılamaz dediğim bu adam bana, o kadar
içten, sevecen, samimi ve şefkatli bir şekilde yaklaştı ki onun verdiği yanıt
karşısında resmen ayaklarım yerden kesilmiş, yüreğimin ramazan davulu gibi gümbür gümbür atmaya başladığını hissettim.
Söylediği
şey de “Tabi kardeşim gelirim.” demesiydi.
Gezegen
Mehmet’den kanalımıza gelme sözünü alınca reklâm arasının bitmesiyle o kendi
programına geçti ben de büyük bir heyecanla genel müdürümüz Meçhul Ağabey’i
arayarak Gezegen Mehmet’in kanalımızı
ziyaret edeceğini söyledim. Bana inanmadı. Yalnız o mu? Radyodaki diğer
arkadaşlarım da Gezegen Mehmet’in benim
teklifimi kabul ederek kanala geleceklerine inanmadılar. Ben inanmıştım. Hem de
öyle bir inanmıştım ki o bana “Tabi kardeşim, gelirim” der demez de bir koca
semaver çay demlemiştim onun için. Onunla sohbeti biraz daha uzatabilmek için.
Kolay
mı yıllardır beynimde ve yüreğimde taşıdığım ve hiçbir zaman beni muhatap alıp
benimle konuşmayacağını düşündüğüm adamla oturup karşılıklı çaylarımızı
yudumlayacak ve sohbet edecektik.
Mehmet
Abi’nin çayı da çok sevdiğini biliyorum. Biliyorum çünkü adamın attığı her adımı,
giydiği gömleğin markasını, ayakkabı numarasını dahi bile biliyordum.
Özetle
Gezegen Mehmet’i gerçek Gezegen Mehmet kadar tanıdığımı söyleyebilirdim.
Ve
Gezegen Mehmet geldi. Birlikte radyoya geçtik, yayına katıldık. Sohbet ettik.
Daha doğrusu ben sohbet ettiğimi sanıyorum. Onunla konuşurken ne konuştuğumu,
ne anlattığımı onun ne söylediklerinin hiç birini de hatırlamıyorum.
Hatırladığım ve hiçbir zaman da unutmayacağım bir şey vardı ki o da bana kendi
özel cep numarasını verişi ve verirken de “Kardeşim, sana cep telefonumu
veriyorum. Başın sıkıştığında mutlaka beni ara. Ama ara. Sıkışmasa da ara
sesini duyayım.” dedi. Bana gösterdiği ilgi beni havalara uçurmuştu. Artık
idolümün telefonu benim cep telefonumdaki rehberimin arasında ve o bana bir tuş
kadar yakındı. Yakındı, ama biliyor musunuz ben kendisini hiç aramadım.
Hani
önemli sayılabilecek sorunlarımda; sıkıntılı olduğum anlarda bile... Aradım, memlekette memleketime özgü meyve
geldiğinde o meyvelerden, fındıklardan kendisine götürmek için aradım. Onun
dışında aramadım. Çünkü hâlâ onu rahatsız ederim diye korkuyordum. Çünkü onun nasıl çileler,
sıkıntılar çektiğini ve onun Gezegen Mehmet oluşunun gerisinde hangi sıkıntı,
zorluk ve yoklukların yattığını bilerek aynı yoldan geçtiğimi biliyordum çünkü.
O
marangozluk yapmıştı, ben konfeksiyon ve oto tamirhanelerinde çalışmıştım.
Sonra
ne oldu dersiniz?
Sonra
dediğim, Mehmet Abi ile görüşmemizin
hemen ertesi günü Mehmet Abi kendi programında...
Gezegen
Mehmet programını “Merhaba Sevgili Dostlar!” diyerek açtı. Hem de Ebru
Gündeş’in şu an adını hatırlayamadığım çok güzel bir şarkısıyla açtı. Tabi
bizim kanalda da herkes -genel müdür,
patron, diğer müdürler, personel- herkes bekliyor. Bekliyoruz. Gezegen Mehmet
bizi anons edecek.
Gezegen
Mehmet yine büyüklüğünü yaparak Kral FM gibi büyük bir radyoda, tam yirmi dakika
bizden bahsetti. Bu bir anlamda da bizim yirmi dakika reklamımızı yaptığı
anlamına da geliyordu. Hele de benden övgüyle bahsetmesi yok mu bana dünyaları
bağışlamış gibi oldu. Özellikle de en çok hoşuma giden elbette benden övgüyle
bahsetmesi, heyecanlı oluşumu, mesleği çok sevdiğimi anlatırken, benim
kendisi için büyük bir heyecanla ve istekle yaptığım o bir semaver
çayın muhteşem tadından söz edişiydi. Bu da benim ayağımın yerden kesilmesine
neden olmuştu.
Neden?
Evet,
Türkiye’de radyolar var, Türkiye’de radyocular vardı. Parmakla gösterilen
radyocular.
Özlenen,
aranan, bu işi hakkıyla yapanlar...
Anlayacağınız
idol olmayı hak etmiş radyocular vardı.
Düşünsenize
bir kere, bana bir bardak çay içimi ve sadece beş dakikalığına uğrayan Gezegen Mehmet,
yani benim yıllarca radyoculuktaki idolüm olan bu kişi, o gece benim stüdyomda
tam tamına bir buçuk saat kalmıştı.
Bu
benim için müthiş bir şeydi ve bana
verilmiş olan en büyük hediyeydi...
Bir
kere daha kendilerine en içten saygı ve teşekkürlerimi gönderiyorum...